Bu mektup facebookta bir miktar dolandı. 4 Haziran'da Gezi'nin en gazlı zamanlarında annem tarafından kaleme... klavyeye alınmıştı.
Annemin özür dilemesini tekrar tekrar yayınlamaktan bir miktar haz alıyor olmamın yanı sıra, diğer yazılara da bir referans olsun diye buraya da koyuyorum.
Mektup bana yazılmış değil aslında - Gezi sırasında Türkiye'de değildim. Gazını solumadım. Mektup aslında okuyup da "evet ben buyum" diyen herkese yazılmış.
-Kozan Soykal
------8<-----
özür dilerim oğlum.
yıllardır sana apolitik dedim. bireysel dedim. şu bilgisayardan başını
kaldır bak, beni ben yapan bütün değerlerim bir bir elden gidiyor,
yerinden kıpırdamıyorsun dedim. tembel bu nesil, benim vatan- millet- bayrak duygularımla heyacanlanmıyorsunuz, dedim.
çelişkiydi aslında. seni bizzat ben böyle yetiştirmiştim. 60 ihtilalini
bile çok net hatırlıyorum, düşün ki tüm ihtilalleri birebir yaşamış,
despotluğun acılarını, nefes alınmaz baskılarını, radyoda ihtilal haberi
duyulur duyulmaz çark eden kendi insanımızın teslimiyetini görmüş bir
anneyim. seni – tüm annelerin evladını koruma duygusuyla- bunlardan,
uzak tutarak büyüttüm. sonra da, ülkem adına umutsuzluğum giderek
artınca, bir şeyler yapmak ihtiyacım doğunca kendime bir baktım ki
yaşlanmışım ve basit şeylerden bile korkuyorum. hukuksuzluktan, bu yaşta
hapisanelere düşmekten… oysa o hapisaneler yıllarca dimdik direnen
cesur insanlarla tıklım tıklım dolu.
acizliğimden sana söylenmeye başladım. yıllardır, ama ha politikaya bulaşama! dediğim çocuğumu suçlar oldum.
özür dilerim oğlum.
sen ve diğer bütün evlatlar bana ve tüm ülkeme öyle bir ders verdiniz
ki ağzım açık kaldı. ben ki çocuklarıyla ilişkisi iyi olan, onlardan
gelişmeleri ve teknolojiyi öğrenen bir anneyim, ben bile tam çözememişim
demek, sizin o biz eskilerden çok farklı yapınızı. bizi fersah fersah
aşan güzelliğinizi.
evet, gençlik her zaman güzelliğe,
mutluluğa, tabiata değer verir ama yaşlandıkça bu değerlerin yerini
maddiyat, geçim derdi, elindekileri kaybetmek korkuları alırdı. biz de
öyleydik ama sizin kafa yapınız ve tarzınız çok farklı.
biz ütopik
hedefler koyardık, koşullarını yaratmayı bilmediğimiz dolayısıyla
erişebilmemizin mümkün olmadığı hedefler.. . siz çok akılcısınız,
hedefiniz küçük, makul, ulaşılabilir.
biz bu hedefler için karga
tulumba girmeyi marifet sayar, haklılığımızı anlatmak bir yana karşı
çıkanları düşman bellerdik. öfke duyduk, nefret duyduk. düşünmeyi
bilemedik, kahramanca ölelim, bizden olmayanı öldürelim, önemli olan
buydu. ölümümüz sanki birşeyleri değiştirecek?
siz nasıl sakinsiniz
öyle? şiddet yok, kin yok, bizim o çok önemsediğimiz parti, grup,
cemiyet yok. sizde insan önemli. içten, doğal, kirlenmemiş tarzınızla ve
kara mizahınızla korku’yu yendiniz.
tüm ülkeninin üzerine sinmiş o
korkuyu… gaz mı? ne yazar dedi kırmızılı kız. basınçlı su mu? tango
yaptı o güzeller güzeli… elinde gitar müzik yapıyor o genç… biz, evlerde
kalanlar da kendimize geldik sayenizde. bir daha korkmamak üzere.
çok güçlüymüşsünüz meğer. biz kendi küçük dünyamızda, sadece
türkiye’den haberdar, kendi grubumuzdan alırdık gücü. kalanlar
öteki’ydi. siz, her biriniz, birbirinizden bağımsız, birbirini
tamamlayan güçtesiniz. lidere midere ihtiyacınız yok. beceriklisiniz,
teknolojiyi sular seller gibi biliyorsunuz. böylece dünyadan
beslenebiliyorsunuz. her renktesiniz.
bir ego ki artık dokunulmaz
diye düşünüyorduk. aaa! bir baktık ki yerle yeksan.. ... ve halk ta bu,
dili dolaşmış, kendi gencini iç savaşa yönlendiren lideri seyrediyor…
eminim türkiye artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. bir
kırılmadır yaptığınız. yüreğinize sağlık, size baktıkça göğsüm
kabarıyor.
------8<-----
19 Temmuz 2013 Cuma
16 Temmuz 2013 Salı
1950 - 1960 Dünya ve Dedikodular
Türkiye nüfusu 25 milyon, dünya nüfusu 2.5 milyar, Mersin hadi olsun 100
bin iken... Televizyon yok, filmler 4-5 sene sonra ancak gelir, gazeteleri
akşama okunur, yayla yolu olan 45km'yi gitmek 5 saat sürer iken... Biz
memlekette Demokrat Parti’yle uğraşırken... O kadar eski zamanlardan
bahsediyorum… Küçücük dünyamızdan dışarı bakar, büyük dünyada şunları
görebilirdik:
Dünyanın o zaman da patronu olan ABD ile başlayalım: 1950’deki Demokrat
başkan Truman yerine 1953’de Cumhuriyetçi
Dwight Eisenhower seçilmişti.
Eski general, namı diğer Ike. Ike 1961’de John F. Kennedy’ye kadar 2 dönem
başkanlık yaptı. ABD uzakta, kocaman çok güçlü bir ülke. Babama göre dost,
siyaset konuşurken Amerika’sız tek bir cümle geçmezdi. Menderes Türkiye’yi
Küçük Amerika yapacak! Bizim içinse
Amerika eşittir Hollywood. Ne
propogandaydı ya Rabbim! Tarihi, coğrafyayı, savaşları, aile ilişkilerini hep
Amerikan bakış açısıyla öğrendik.
Diğer çok büyük ülke Sovyetler Birliği’nde 1953’te Stalin ölmüş yerine
Kruşçef geçmiş ama Kruşçef’e başkan ya da başbakan demiyorlar, 1. Sekreter gibi
bir adı var. Çocukken bu SSCB yönetimini hiç anlamazdım zaten. Bu SSCB düşman komünist. İkisinin arasında
Soğuk Savaş var.
Niye böyle olduğunu sonradan öğrendim:
İsmet Paşa “Moskova TBMM - Sovyetler Birliği Dostluk Paktı”nın
uzatılması istemiş, Stalin’le Molotov
reddetmiş. Gerekçe olarak da İsmet Paşa’nın; Hitler’le aşırı bir
yakınlık kurarak, "Moskova Dostluk Anlaşması"na ihanet etmiş olmasını
göstermiş.
1946’da o zamanki ABD başkanı Truman da : “Rusya’nın Türkiye’yi istila
etmek ve Akdeniz’e açılan Karadeniz Boğazlarını ele geçirmek gibi bir niyet
taşıdığına hiç şüphe yok. Rusya demir bir yumruk ve sert bir dille
karşılaşmadığı takdirde bir başka savaş yaşanacak. Artık uzlaşma oyunu
oynamaktan vazgeçmeliyiz… Sovyetleri şımartmaktan yoruldum.”demiş. Vee Washington Türkiye’ye el uzatmış.
Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini getirmek için Missouri
zırhlısı 5 Nisan 1946 sabahı İstanbul Limanı’na gelmiş. Cüneyt Arcayürek’in bir
sözü her şeyi toparlıyor: ‘Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesi de Sovyetlerin
sert tutumu kapıyı açtı, ABD içeri girdi.’
Nato’ya gireceğiz diye uğraşırken ABD ödememiz gereken bedeli ortaya
koydu. Kuzey - Güney Kore iç savaşı dünyanın 2 kutbunun sıcak çatışması haline
gelmişti. Biz de Tuğgeneral Tahsin YAZICI komutasında bir tugayımızı Eylül
1950’de Kore Savaşına yolladık. 8.
Amerikan ordusuna geri çekilme zamanı kazandırmak için ağır zayiat verdik. 37
subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346
hasta, 234 esir ve 175 kayıp. 462 Türk
şehidi Güney Kore'de Seul-Pusan Kasabası yakınlarındaki Tanggok mezarlığı
içerisinde bulunan Pusan Şehitliği'nde yatmakta.
1952’de Nato’ya kabul edildik.
1955-58’lerde Sovyetler Birliği Ortadoğu’da nüfuz kurmasın diye Bağdat Paktı oluşturduk. Türkiye,
İran,
Irak, Pakistan
ve İngiltere. Sonra adı: CENTO Central Treaty Organization - Merkezi Antlaşma
Teşkilatı. Mısır ve Suriye karşı çıktı, Sovyetler’le soğuk ilişkiler daha da
gerginleşti.
Dünyanın çok uzak bir yerinde Çin’de Mao Zedung var. Japonya’da
imparator Hirohito, onlar da savaş
yenilgisinden sonra kalkınmakla meşgul. Biz
Japonya’yı Hollywood filmlerinden biliriz, ikisiyle de millet olarak ilgimiz
yok.
1950-1960 yılları arası bizler en çok Avrupa’yla ilgilenirdik. Günümüz
gençliğine ilginç gelecek, bir de Ortadoğu’yla. Hala saltanat; prensler,
prensesler, krallar, kraliçeler vardı o zamanlar. Türkiye’de de Hayat
Mecmuası. Sonra Ses Mecmuası da eklendi.
Dizi izler gibi her hafta bu jet sosyete ne yaptı merakla izlerdik.
1952’de Kral George ölünce İngiltere’de genç bir kraliçemiz oldu, 2.
Elizabeth. (Oğlu benden büyük, onu pas geçti hala kraliçe olarak duruyor) 2.
Elizabeth tahta geçmeden önce 1947’de Prens Philip’le evlenmiş. Prens Philip eski
Yunanistan ve Danimarka prensi. Babası Prens Andrew Yunan Kralı 1.Konstantin’in
kardeşi ve Kurtuluş Savaşı’mız sırasında ülkemizi işgale gelen sonra da denize
dökülen yunanlılar arasında. 4 çocuğu oldu Charles, Anne (yaşıtım), Andrew,
Edward.
2. Elizabeth akıllı uslu bir kraliçeydi, onun bir kız kardeşi vardı
Prenses Margaret. Asi prenses! Babasının
hizmetçisi bir albaya aşık oldu. Kilise adam boşanmış diye izin vermedi.
Mutsuzluğunu izledik, biz de onunla birlikte üzüldük. Sonra gitti yine halktan bir fotoğrafçıyı aldı.
Fransa’yı Brigitte Bardot’su, İtalya’yı Sophia Loren’iyle izledik.
Siyaseten nerelerdeydiler hiçbir anım yok. Modacılar, heute couture elbiseler,
film festivallerindeki çılgınlıklar, Sait Tropez, Nice, Cannes geliyor aklıma
sadece.
Yunanistan’da Karamanlis var. Bulgaristan Demirperde ülkesi, esamesi
okunmuyor.
İran, ah İran! İnanmazsınız şimdi, ilgimizin odağı bir ülkeydi. Şah Rıza
Pehlevi, yakışıklı, şah, o zamanlar Süreyya ile evli. Süreyya yeşil gözlü,
artistlere taş çıkartacak güzellikte bir kadın. (Sadece bacakları biraz çarpık,
yıllar sonra film çevirdi, orada gördüm.) Aşk yaşıyorlar, tahtta, karda
kayarken, Avrupa’da resimleri… Mücevherler, kürkler içinde. Biz de nefes nefese onları izliyoruz,
Süreyya’cıyız.
Gelin görün ki aşkın sonu gelemedi. Süreyya’nın çocuğu olamadı. Taht
varissiz olur mu? 1958’de Şah onu boşadı, ağlayarak ayrıldılar. Biz de ağladık.
Şah 59’da Azeri asıllı Farah Diba’yla evlendi. Mahzun prensesimiz Süreyya’yı
kalbimize gömdük, kadınlarımızın hepsi Diba topuzu yaptırmaya başladı.
Irak’ta bir kral var, 2. Faysal. Gerçi dedesinin babası Mekke Şerifi
Hüseyin İngilizlerle birlik olup Osmanlı’yı arkadan vurmuş ama olsun, biz o
sıra bunları bilmiyoruz. Bizim prensesimiz Fazıla ile nişanlı, nasıl
ilgilenmeyiz? Bu öykünün de sonu acıklı, kralın öldürülmesiyle bitti. Bu acılı
prenses te yıllar sonra eski başbakanlarımızdan Suat Hayri Ürgüplü’nün oğluyla
evlendi.
Mısır Kralı Faruk, Hıdiv Mehmet Ali Paşa’nın torunuydu. Osmanlıdan son
hatıra! Kralın kardeşi de İran şahının Süreyya’dan önceki karısıydı. 1952’de Cemal
Abdül Nasır’ın lideri olduğu milliyetçi Hür Subaylar darbe yaptı, Kral Faruk
İtalya’ya sürüldü. Krallık 6 aylık oğluna verildi, 2.Fuat. Burada öyküye bizimkiler karıştı. Sürgün
Halife Abdülmecit’in bir başka torunu Neslişah Sultan Mısır’ın son Hıdiv’i 2.Abbas
Hilmi’nin oğlu Prens Muhammed Abdülmünim’le evlenmiş Mısır’da yaşamaktayken bu
darbe oldu. Prens Abdülmünim bebek kralın naibi oldu, Neslişah Sultan’da first
lady. Ama 1 sene sürmedi, krallık tümden kaldırıldı, bizimkiler tutuklandı.
Neyse aklandılar ama onlar da sürgüne yollandılar.
Ayfer Yılmaz
27 Mayıs Sonrası
“Alyans Evler”imiz
oldu. 27 Mayıs’ın ardından ekonomiyi
düzlüğe çıkarma adı altında vatandaştan ziynet eşyası toplama kampanyası
başladı. Herkes alyanslarını orduya bağışladı. Bizimkiler de. MBK bunlara bakır "Devrim"
yüzükleri verdi. Toplanan altınla Ankara
Yücetepe’de, İstanbul Zincirlikuyu’da 4
binin üzerinde ev yapıldı. Bu evler 27 Mayıs’tan sonra emekliye sevk edilen
ihtilalci subaylara 20 yılda ödenmek üzere yıllık %2-3’lük faizle verildi.
Babamın bir yorumu vardı: “Demokrat Parti’nin hatası orduyu
doyurmamasıydı. Doyursaydı ihtilal olmazdı.”
İhtilalin ardından hemen tasfiyelerimiz başladı. Milli
Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve heterojen bir gruptu zaten.
Madanoğlu ve Küçük grubu ile Türkeş ve Kabibay’ın Türkçü grubu birbirine
düşünce Gürsel 13 Kasım 1960'da
Alparslan Türkeş başta olmak üzere 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip
yurtdışına danışman olarak gönderdi.
Orduda da tasfiyeler devam etti. 1960 Ağustos’undan
itibaren Milli Birlik Komitesi tarafından 235 general, 5.000 subay zorunlu emekli
edilince bir dernek kurdular. "Eminsular" ve orduya geri dönmeye
çalıştılar. Orgeneral
Ragıp Gümüşpala’da bu grubun en yüksek
rütbelisiydi daha sonra Adalet Partisi genel başkanı oldu.
Ocak 1961’de Kurucu Meclis kuruldu, sivil yönetime dönmek
için yeni bir anayasa yapılacak. Ancak ordu durulmadı, hala kaynıyor. Bir Silahlı
Kuvvetler Birliği var, bunlar kendilerine genç subaylar ve devrimci diyorlar
ama 27 Mayıs’la elde ettikleri iktidarı bırakmak istemiyorlar gibi. Harp Okulu
Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir bunlardan.
Şubat 1961’de sivil hareketler başladı: Yeni Türkiye Partisi kuruldu. Genel başkanı Ekrem Alican.
11 Şubat 1961'de ise Adalet Partisi kuruldu. Amblemi bir beyaz at. ‘Demokrat’
sözcüğüne dili dönmeyen Türk köylüsü ‘Demirkırat’ derdi.) 27 Mayısçılarla görüş
ayrılığına düşen emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala başkan. Bir de Cumhuriyetçi
Köylü Millet Partisi var 1958’de kurulmuş olan. Genel Başkanı Osman Bölükbaşı.
( Bu partiye daha sonraları 65’de Türkeş ve 14’ler katılacak, partinin çizgisi
değişecek ve adı MHP olacaktır.)
Dünyayla ilişkilerimiz ise bildiğiniz gibi, öyle ihtilal
oldu diye cezalandırılmıyoruz. ABD yardıma devam ediyor. Bir yerde okudum, 280
milyon doları bulmuş. Şubat’ta önemli bir şey daha var. Türk ve Alman İş ve
İşçi bulma Kurumları arasında anlaşma yapıldı ve ilk işçi kafilemizi yolladık.
Bu arada Almanya’dan da yardım alıyoruz.
Haziran 1961’de Cemal Madanoğlu’nu istifa ettirdiler, Silahlı
Kuvvetler Birliği bunu beğenmedi. İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı
yapılmasını da beğenmedi. Sivilleşme çabalarından da hoşnut değildi. 14’ler
olayından dolayı zaten hınçlıydı. Hemen bir itiraz genelgesi yayınladılar.
Nihayet genel seçimlerimiz 15 Ekim
1961’de yapıldı. Seçim
öncesi CHP umutluydu. Öyle ya! DP 27 Mayıs’ın altında ezilip yok olacak. Gel gör
ki beklenen gerçekleşmedi, CHP %36,5 oy aldı. DP’nin yerine kurulan AP
ise %34,8 ile başa baş çıktı. 450 üyeli mecliste CHP 173, AP 158 ve 150
senato üyeliğinin de 71’ini AP, 36’sını CHP almıştı.
Bu seçim sonuçları CHP’yi ve şu bizim genç subayları da
etkiledi. Aman aman! Siyasi ortam neredeyse 27 Mayıs öncesine dönüşmek üzere.
Seçim sonuçlarından sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir fikir ayrılığı arttı
da arttı.
Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümeti İsmet İnönü başkanlığında CHP-AP koalisyonu kuruldu. Adalet
Partisi, Yeni Türkiye Partisi Ekrem Alican
Cumhuriyet Halk Partisi İsmet İnönü, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Osman Bölükbaşı, 24 Ekim'de Çankaya'ya
çıktılar, Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada
mahkumlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı
subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı
seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzaladılar.
26 Ekim 1961’de
de Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanlığı’na, ihtilal lideri Cemal Gürsel
seçildi. Sivil hükümet kuruldu ya AP
yanlıları artık açıkça 27 Mayıs aleyhinde konuşmaya başladı, CHP – DP
tartışmaları kaldığı yerden devam etti. Zavallı 27 Mayıs cuntacıları, daha bir
yıl geçmeden meşru müdafaa durumunda kalmışlardı.
Derken 22 Şubat 1962’de Harp Okulu
Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir
ve arkadaşları darbe girişiminde bulundu.
Bu direniş hükümetle uzlaşma ile sonlandırıldı ve Aydemir emekli edildi.
Fakat durmadı, 20 Mayıs 1963'de
Anayasa'da öngörülen reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle ikinci darbe
girişiminde bulundu, yine başaramadı. Yargılandı ve arkadaşı Binbaşı Fethi
Gürcan’la idam edildi.
27 Mayıs İhtilali böylece bitti. Biterken daha önce adını
duymadığımız bir genç adamla tanışıyorduk. 1962 yılında AP’ye girmiş, sonra
ayrılmış, 64’de Ragıp Gümüşpala’nın ölümünden sonra AP genel başkanı seçilirken
gördüm resimlerini. Şişmanca bir adam, kara gözlüklü ve fötr şapkalı.
Milletvekili bile değildi henüz. Babama kim bu dedim: “Eski DSİ genel müdürü.”
dedi.” İTÜ’lü mühendis. Amerika’dan geldi.”
Nereden bilebilirdim ki babamın kaybettiği Menderes’ten
sonra yerine koyduğu bu İTÜ’lü mühendis hayranlığı benim hayatımı belirleyecek
ve onun bir İTÜ’lü mühendis kız hayalini mecburen gerçekleştirmek zorunda
kalacağım.
Süleyman Demirel 1962'de AP’ye girdi. Haziran 1964'te AP
genel başkanı Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine baş gösteren
parti içi bunalım sırasında yeniden siyasete döndü, kongrede genel başkan
seçildi.
Ayfer Yılmaz
Yassıada Hikayesi
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra tutuklanan Demokrat Partililer, asker
ve üst düzey kamu yöneticileri Yassıada’ya götürüldü. Albay Tarık Güryay ada
komutanı. Olağanüstü bir mahkeme kuruldu:Yüksek Adalet Divanı, başkanı Hakim
Salim Başol. Ünlü savcısı ise Ömer Altay Egesel. Derler ki ceza kanunu
değiştirildi. Duruşmalar 14 Ekim 1960’da başladı ve yaklaşık 1 sene sürdü.
Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’dı. Hüsamettin Cindoruk ta DP’nin
avukatlarından biri. Vatana ihanet, kamu mallarının kötüye kullanımı, CHP’nin
mallarına el koymak, tahkikat komisyonu kurmak……. gibi çok ciddi davalar vardı…
Ancak 14 Ekim’de ilk dava: Celal Bayar’ın Köpek Davası’ydı. Hediye bir köpeği ederinden fazlaya satmış.
Menderes’in Bebek Davası:
Ayhan Aydan’ın bebeğini kasten öldürmüş.
Menderes’in Don Davası: Savcı
Egesel’in elinde delil diye bir adet don, kim giydi bunu diye soruyor.
Mahkemeler boyunca mahkeme başkanının da savcının da sanıklara karşı
tutumu sertti. Giderek de hakarete döndü. Savunmalar için tanık ve belge
göstermeleri sürekli olarak reddedildi. Konuşurken sanıkların sözleri kesildi,
savunmalarını kısıtladılar, yaptırmadılar. (Tarih gerçekten tekerrür)
Sonunda Silivri ay pardon dilim sürçtü, Yassıada mahkemesi 15 sanığı
idama mahkum etti. 16 Eylül 1961’de sabaha karşı Maliye Vekili Hasan Polatkan
ve Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu asıldılar. Tüm Avrupa ülkeleri, bilhassa
2. Elizabeth, ABD Başkanı Kennedy’nin Ankara Büyükelçisi idamların olmaması
için çok uğraşıyordu. Menderes intihara teşebbüs etti, bırakmadılar
kurtardılar. 17 Eylül’de, beklerlerse durdurulacak korkusuyla, sabahı bile
beklemeden (teamüldür, idamlar sabaha karşı olur) öğlen 13.30’da da Menderes’i
İmralı’da astılar.
Babam akşam gazeteyle eve geldiğinde yüzü sapsarıydı, gazeteyi benim
görmemi istemediler ama gördüm. Yarım sayfa büyüklüğünde 3 siyah beyaz fotoğraf
yan yana. Boyunlarında kalın urgan, ayakları boşlukta beyazlar giymiş 3 adam
sallanmakta…Hiç unutamam; çünkü babama karşı bir sorgulama duygusunun oluştuğu
andır o an. Madem Menderes bu kadar kıymetli bir adamdı ve o bu kadar seviyordu
niçin ama niçin ölümüne mani olacak hiçbir şey yapmamıştı? Kaç aydır ağzını
bile açmamıştı. Güvenim sarsıldı, içim kırıldı, suçladım onu….
Çok yıllar geçti, iki oğlan büyüttüm ve farkına vardım ki onları
büyütürken, çocukları belalardan koruma adına, içgüdüsel olarak aynı şeyi yapmışım.
Tepkilerimi hep içimde tutmuşum. Onları siyasetten başka taraflara iteklemişim.
Onlar da apolitik olmuşlar. Affet beni Babam.
Diğer idam cezaları uygulanmayıp hapse çevrildi. Yaşı ileri olduğundan
Celal Bayar’ın cezası da müebbet hapis oldu. 1964’de rahatsızlık nedeniyle
diğer mahkumlarla birlikte serbest bırakıldı. 1967’de, birlikte affedildi. “Ben de
Yazdım- Milli Mücadeleye Gidiş” adlı 7 ciltlik bir eser yazdı.1986’da 103
yaşında vefat etti.
Derler ki: Menderes’in idamından 9 gün sonra evine gitmişler, kapısına
idam hükmünün bir suretini asmışlar ve idam edilirken kullanılan ip, idam
gömleği, cellat, imam ve son gün yiyip içtiklerinin parasını eşi Berrin
Menderes'ten tahsil etmişler.
Menderes zaten anasız babasız büyümüştü. Ailesinin dramı sonraki
yıllarda da sürdü. 3 oğlundan Yüksel Menderes 1972’de intihar etti. Mutlu
Menderes 1978’de bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Aydın Menderes 1996’da
trafik kazası sonucu felç oldu ve 2011’de hayata veda etti.
Celal Bayar’ın Başvekilim Adnan
Menderes kitabından:
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasi
tefekkürü ile Adnan Menderes ve Demokrat Partinin siyasi tefekkürü 10 yıl
boyunca bir mücadele verdi. 27 Mayısa bağlanan bu mücadelenin derin sebeplerini
bugün iyice görüyorum... Bu mücadeleyi, insanı şaşırtan teferruattan sıyırıp,
temel çatışmaların sebeplerine indirince, apaçık görünüyor ki, iki devlet
görüşü on beş yıl boyunca, bir paranın iki yüzü gibi, aykırı yönlere bakmış,
fakat aynı değeri sağlamaya çalışmıştır. Cumhuriyet Halk Partisinin Lideri
Sayın İsmet İnönü, Türkiyede demokrasinin kurulmasını istiyordu. Ben, Adnan
Menderes ve arkadaşlarımın kurduğu Demokrat Partiyle, Türkiyede demokrasinin
kurulmasını özlemiş ve istemiştim. Fakat şairin: "Ol hakikat yektir amma,
iş rivayet muhtelif" dediği gibi, bizim devlet görüşümüz başka, İsmet
İnönünün Devlet görüşü başka olduğu için, çatıştık ve birbirimize derdimizi
anlatamadan 27 Mayısa ulaştık. Elbette olayı İsmet İnönü ve Adnan Menderes
yahut Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti diye nitelendirmek eksik bir
anlatımdır. Türkiyede İsmet İnönü gibi düşünenlerle, Demokrat Parti gibi
düşünenler arasında, Devlet Yönetimi anlayışı konusunda büyük bir anlaşmazlık
ve çatışma olmuştur. Fakat taraflar, muhatapsız bir diyalog içinde
bulunmasalardı, yani karşı tarafın, kendi fikirlerini iyice bildiği zannı ile
sebepleri tartışacaklarına, neticeleri tartışmasalardı, 1946 da başlayan
"Türkiyede Demokrasi Yönetimi macerası" böyle bitmeyecek, böyle
sonuçlanmayacaktı.
Ayfer Yılmaz
27 Mayıs İhtilâli
Olayları yaşarken bu kadarını bilecek yaşta değildim elbette. Sonradan
okurken, babamla konuşurken öğrendim ayrıntıları: Komik bir ihtilaldi aslında.
Sadece 4 generali olan, kalanı albay, binbaşı ve yüzbaşıdan oluşan toplam 37
kişilik gizli bir örgüttü ihtilali yapanlar. Sonradan kendilerine Milli Birlik
Komitesi (MBK) adını verdiler. General Cemal Madanoğlu’nun
katılması bile tarajikomik. 1 yarbay teklif ediyor, Madanoğlu önce “Ulan
biliyorsun bende t.ş.k
var, kafa yok.” diye reddediyor. Yarbay
24 saat düşünmesini istiyor ve 24 saat sonra şu yanıtı alıyor: Ulan,
erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum! Yurt dışında bulunan gizli
komite mensupları Talat Aydemir ve 2 kişi daha
komiteye girmemişler.
3 Mayıs’ta Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel istifa edince başsız
kalmışlar. Bir süre kendilerine bir lider aramışlar. Genelkurmay 2. Başkanı
Cevdet Sunay, 1.Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek kabul etmemiş.
Bunlar kendi planlarına göre darbeyi yapmışlar. 3. Ordu
Komutanı Orgeneral Ragıp
Gümüşpala kızmış,”Eğer darbenin lideri benden daha kıdemli değilse
ordumla Ankara'ya yürüyüp isyancıları
yakalayacağım!” demiş. Bunun üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel’i İzmir’den apar
topar komitenin başına getirmişler.
37 subayın oluşturduğu bu MBK bu harekat ile anayasa ve TBMM'yi
feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere
birçok Demokrat
Partiliyi tutuklattı. Darbenin ilk günü Celal Bayar, Adnan Menderes,
Refik Koraltan, Fatin Rüştü
Zorlu,ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda öğrenciler tarafından
darp edilmişler ve enterne edilmişler. İçişleri Bakanı Namık Gedik ise tutuklu olduğu
odanın penceresinden aşağıya atlayarak intihar etmiş. Derler ki: "Pencereler
çift cam, atlayarak kırılacak gibi değildi,
aşağıya atılarak öldürüldü." Orduda da Genel Kurmay Başkanı ve bazı
generaller tutuklatıldı. 235 general ve
3500 civarında subay - daha çok albay, yarbay,
binbaşı - emekliye sevk edildi. Bazı üniversiteler kapatıldı, 1402 üniversite
öğretim görevlisi görevden alındı. 520 hakim ve yargıç görevden alınarak, yargı
da kontrol altına alındı. İsmet İnönü pembe Köşk’te korumada. İhtilal lideri Cemal
Gürsel bir sabah kendisini aramış, halini ve hatırını sormuş, ihtilali
kendisine haber vermeden yaptıkları için özür dilemiş ve bir emri olup
olmadığını sormuş.
10 yaşındayım, ihtilalle tanışıyorum. Önce suskunuz, büyükler ne oluyor
şaşkınlığında. Akis, Vatan, Ulus okuyoruz, İstanbul ve Ankara haberlerini
alıyoruz. Vay canına! Neler olmuş, neler! 27 Mayıs’ın özgün (!) hikayesini
okullara yollanan broşürlerden öğreniyoruz. 1960 yazında konuştuklarımız
şunlar:
"Aslan MBK
Demokrat Partilileri yurtdışına kaçarken yakalanmış, yanlarında 12 uçak dolusu
altın, mücevherat ve para varmış."
"28 Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce genç öldürülmüş,
kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömülmüş. Hatta gömülmemişler,
makinelerde kıyılarak toz haline getirilmişler. Sucuk yapımında
kullanılmışlar." Uzun zaman sucuk yemedi bu millet Allah inandırsın. Bir
Sıddık Sami Onar hatırlıyorum, İÜ rektörü, epey aradı bu Hürriyet Şehitleri’ni, bulamadı. Anıt inşa edecekti. 28 Nisan
olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi
öğrencisi Nedim Özpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi
Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin vardı sadece.
İçişleri Bakanı Namık Gedik yaptıklarının korkusundan intihar etmiş.
Arkasından şu şiiri okuyoruz: Namık Gedik
didik didik olasın/ Her parçanı bir çalıda bulasın/ Çakılasın bir kazığın üstüne /
Korkuluktan beter hödük olasın... Behçet Kemal Çağlar mı gerçekten şairi?
Başbakan Menderes’in çekmecesinde kadın donları, kadın eşyaları, rujlar
çıkmış. Gürsel Paşa Celal Bayar’ın
bankalarda 103 milyon lirası olduğunu söylemiş.
Propoganda olağanüstüydü. Büyüklerim inandılar mı? Belki bir süre
tereddütte kaldılar, ama sonra…. İnanmadıkları ihtilalden sonraki seçim
sonuçlarında görülecekti.
Ayfer Yılmaz
Demokrat Parti: 1950 - 1960
1950 yılı Haziran ayında; ABD’nin başında Başkan Truman, Sovyetler’de Stalin, İngiltere’de Kral 2. George, Mısır’da
Kral Faruk, Irak’ta Kral Faysal, İran’da Rıza Şah Pehlevi var. Sonra bazıları değişti. Çocukluğum
ABD-Eisenhower, SSCB-Kruşçef, İngilere-2. Elizabeth, Mısır-Nasır’la geçti.
Faysal ve Rıza Şah sonradan gittiler.
Dünya böyleyken:
İstanbul’dan 1000km uzakta 80
bin nüfuslu Mersin'de ilk çocuk olarak evde ve ebe marifetiyle dünyaya
gelmişim. Annem eve elektriğin gelişinin nişanıyla birlikte olduğunu
anlatır. Sıradan bir taşra ailesinin
sıradan bir kızıydım… Ancak 2 çok büyük şansım vardı: 1) Memleketim kozmopolit, dışarıya, her türlü dine ve
insana açık bir Mersin. 2) Annem ve babamın çocuklarına en iyi tahsili
vermedeki saplantıları.
Annem Cumhuriyet’in kızlara
sağladığı olanaklarla ailesine karşı çıkabilmiş ve başka bir kente her gün gidip
gelerek okumayı başarmış bir öğretmen. Babam
genç, ben ilk çocuğuyum, daha otuzunda bile değil. Babam çalışkan,
eğitim açığını dışarıdan sınavlara girerek ve gece mekteplerinde kapatmış.
Babam hırslı. Babamın hayalleri var; çocuklarını iyi okutacak.
İkinci Dünya Savaş'ı biteli 5
yıl olmuş. Zaten fakir sıradan insanlar, Savaş sırasında seferberlikte çekilen
yokluktan -zorunlu bile olsa - iyice bıkmışlar. 1946’da bir devalüasyon
görmüşler. Devletin borcu yok ama halk
artık varlıklı olmak istiyor. Çok çalışkanlar. Bir imkan verilse, önleri bir
açılsa, bir yol gösteren olsa dünyayı değiştirmeye hazırlar. Yönetimde olan
CHP, Atatürk’ün partisi, tüm Osmanlı borçlarını ödemiş, 1923’ten beri ilkesi
denk bütçe olmuş. Ama seçkinci. O zamanlar gerçekten zor bulunan okumuşların
elinde. Okumuşlar, okuyup büyük adam
olduktan irtibatlarını koparmışlar halktan.
Halk cahil diye küçümsemişler sanki, kendi doğruları ve kendi kuralları
içine almamışlar sıradan vatandaşı.
Dinlememişler, sormamışlar ne istersiniz diye. Devlete kapağı atabilen
en küçük memur bile vatandaşı hor görmüş, işini devamlı yokuşa sürmüş. Dışlanmış hissetmiş babam kendini. Onun gibi
bir çok insan da. Özgürlük istemişler, kendilerinin de söz sahibi olabileceği
bir yönetim.
1950 yılı Haziran ayında ben
dünyaya geldiğimde babam elbette mutlu olmuştu
ama eminim asıl sevincini 35 gün önceki seçimlerin sonuçlarını aldığında
yaşamıştı. 14 Mayıs 1950’de ülkemde iktidar değişmiş, Demokrat Parti %52.67 ve 415 mebus ile seçimleri kazanmış.
Cumhuriyet Halk Partisi %39.45 ve 69 mebus ile hezimete uğramıştı. Bu oy oranlarıyla mebus sayıları ne kadar
adil tartışılır, ama babam nihayet muradına ermiş ve o baskıcı CHP’den
kurtulmuştu. Menderes, babamın adamı, başvekildi ve her şey
iyi olacaktı. Kendimi bildiğim
zamanlar geldiğinde de 1954 seçimlerini DP bu kez %57.6 ve 503 mebusla kazanmıştı.
Babam siyasete meraklı bir
insan ve koyu DP’li. Dinle uzak yakın bir alakası yok, ‘Bir Elham oku’ desen
beceremez, o kadar. Babam mutlu, çok çalışıyor, DP sözünü tutmuş, para ve
maliye politikaları tamamen değişmiş, krediler, Marshall yardımları almış.
Tarım makinaları tarlaya girmiş, karayolları yapılıyor, sanayide özel sektör
destekleniyor. KİT dediğimiz (şimdi bir tanesi bile kalmayan) Kamu İktisadi
Teşebbüsleri kuruluyor. Bazıları sayıyorum: Denizcilik
Bankası(1951), Et ve Balık Kurumu(1952), Devlet malzeme Ofisi(1954), Türkiye
Petrolleri Anonim Ortaklığı(1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları(1955) ve
Ereğli Demir Çelik Fabrikaları (1960)
Asfalt yollar yapılıyor kilometrelerce.
Demiryollarında vazgeçilmiş, akla CHP, akla komünizm geliyor .
Evet bir büyük düşmanımız var; komünizm, SSCB ve
onun uyduları Varşova Paktı üye devletleri. Bu komünizm öyle bir şey ki virüs
mübarek, her kış geliverir memleketimize, bize bulaşıverir, biz de komünist
falan oluruz maazallah! Nato’ya girdik, ondan korunmak için. Ha! Nedir bu
komünistler, ne yaparlar diye sormayagör: ‘ Sorma sorma!’ diye anlatırlar.
‘Bunlarda din yok. Herşey ortak!’ ‘Aslında iyi bir şey değil mi her şeyin
ortakça kullanılması, imece gibi ..’ desen cevap hazır: ‘ Kadınlar da ortak!’
Neyse, bu kalkınma hamleleri
babama kadar ulaşmış, her şey gerçekten de iyi gidiyor. Eğitim
politikasını da beğeniyor babam. İlk ve orta öğretim okul, öğrenci, öğretmen
sayıları artıyor. 1957’de ODTÜ, 1958’de Erzurum Atatürk Üniversitesi
kuruluyor.
Küçük yaşlarımdan itibaren
benimle siyaset konuşur, o yüzden ben de dikkat ediyorum olanlara.
Gazetelerdeki resimlerine
bakıyorum, her zaman jilet gibi giyinen, briyantinli saçlı, güneş gözlüklü, çok
havalı bir Menderes…. Berrin Menderes’le evli ve 3 erkek çocuğu var. O zamanlar
mı duydum yoksa sonradan Yassıada Mahkemelerinde mi öğrendim net değil
hafızamda, aşkları çok ünlü. Bir Ayhan Aydan vardı, soprano, ünlü bestecimiz Hasan
Ferit Alnar’ın karısı. Oyuncu Ege Aydan’ın da halası. 27 Mayıs ihtilalinden
sonra Yassıada duruşmalarında Bebek
Davası görülürken mertçe “ Adnan Menderes’i evli olmasına rağmen büyük bir
aşkla sevdim” diye dimdik
durmasından çocuk yaşımda çok etkilenmiştim. Bir de romancı Suzan Sözen vardı bu kadar mert
olamayan. Kocası İstanbul Emniyet Müdür
Vekili, Gümüşhane’ye tayinleri çıkınca Menderes’i kendine aşık edip tayini
durdurmuş. Öyle dedi sorgulanırken. Don Davası da görüldüydü
Yassıada’da…..Neyse kronolojik
yazıyorum, bunları sonraya bırakayım.
Particilik diye bir kavram var;
futbol takımı tutmak gibi, sonuna kadar… eleştiri yok, parti ne yapsa doğru,
diğer parti ne yapsa yanlış. Fabrikalar, yollar yapılıyor, işler açık, babam
kendi mahallesinin milyoneri olacak. Mersin yazları çok sıcak, bakkallar buz
satıyor, talaşların içinde. Aah bir buzdolabı alınabilse…. Bir gün babam Ataş
rafinerisinde çalışmış bir yabancıdan aldığı
ikinci el Atlas marka bir ‘firijder’ getiriyor eve. Bütün mahallenin soğuk suyu bizden ve fazla
yemeği bizim dolapta artık. Halk insanca yaşamaya aç.
Bu arada, ayrıntılarını
sonradan öğrendiğim olaylar oluyor:
Türkiye’den fersah fersah ötede
Kore’ye savaşmaya gitmiş askerimiz. 1300 şehidimiz var. Karşılığında NATO'ya alınmışız.
Ezan benden önce Türkçe okunurmuş, yeniden Arapça olmuş. Başvekil, ‘Siz
isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz. Sadece
millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız. ’ demiş. Halkevleri vardı o zamanlar, benim gibi fakir
çocukların kitap bulabildiği, yetenekliyse bir enstruman çalabildiği- piyano
bile vardı Mersin’de. Bunları kapatıp mal varlıklarını hazineye devretmiş.
CHP’nin bütün mal varlığına da el konulmuş. Köy enstitülerini kaldırmış.
Gazeteciler baskı altında, Akis, Ulus toplatılıyor. CHP Genel Sekreteri Kasım
Gülek hapse atılmış. Ve 1955’te yaşanan
6-7 Eylül olaylarıyla İstanbul’daki Rumlar talana uğramış. Aziz Nesin, Kemal Tahir,
Asım Bezirci gibi yazarlar bu olaydan sorumlu komünistler olarak tutuklanmış.
İnönü taşlanmış. DP’ye oy vermeyen
Kırşehir ilçe yapılmış. Yollar yapılırken istimlaklar sırasında birçok tarihi
eserimiz yıkılmış… Bunlara o benim açık fikirli memleketimin insanları
aldırmıyor, görmüyorlar bile. Modernleşiyoruz, kalkınıyoruz, biz halkız ve DP
bizi adam yerine koyuyor… onların önemsediği bu.
CHP’liler azınlıkta, görüyorum.
Ama yüksek eğitimliler, noter falan gibi. Babamın arkadaşlarındaki içtenlik,
güleryüzlülük yok onlarda. Kendimi bir
tuhaf hissediyorum yanlarında. Sonra tarih dersinde öğreniyorum, İnönü Kurtuluş
Savaşı kahramanı, Milli Şef. Nasıl olur da babam onu hiç sevmez?
Soruyorum: ‘Sorma, o İnönü var ya İnönü!
Paralardan Atatürk’ün resmini kaldırdı. Harp zamanı hepimiz açken buğdayları
silolarda çürüttü de denize döktü sonra. Vatan sevgisi yoktur onda. Türkiye
kalkınsın istemez. Atatürk bile onu anlayıp son zamanlarında kesmişti
konuşmayı.’ Gazetelerden , kitaplarımdan
İnönü’ye bakıyorum. Sade, küçümencik bir adam, Menderes’in havası asla yok
onda. Yıllarca bu vatan için kelle
koltukta savaştı da sonradan neden sevmedi vatanını diye düşünüyorum. Aslında
basının başka bir bölümü CHP- DP gerginliğini anlatıyor ama eve giren gazeteler
DP yanlısı, ben çocuğum, iyi bir çocuğun asli görevi aile ne derse kayıtsız
şartsız itaat. Babam Galatasaray’lı, ben de. Babam DP’li, ben de. Küçük
beynimde soru işaretleri oluşsa da bunlara kulak asmamalıyım.
Mahallede bir arkadaş var,
Meral, babası yüzbaşı. Çok fakirler. Bizden beter. Biz gene kalkınma
rüzgarlarıyla belimizi doğrultuyoruz. Ev var, buzdolabı var artık. Onların
hiçbirşeyleri yok. Ordu bu rüzgarlardan
hiç pay almıyor.
Herşey güllük gülistanlık
denirken seçimler 1 sene önceye alınıyor ve 1957 seçimlerinde DP kazanıyor ama %48 oy
oranı ile 424 milletvekili. Bu bir düşüş! CHP %41 oy ve 178 milletvekili…
İnsan bir anlar değil mi? Yok hayır! Yeni komplo teorileri ve CHP’den daha
fazla nefret. Haa! CHP de DP’den nefret ediyor. Arada Millet Partisi falan var
ama toplum resmen 2 kutuplu.
Bu arada hoş bir magazin haberiyle uğraşıyoruz,
İstanbul’dan 1000km ötede, biz bile. Sürgün Halife Abdülmecit’in torunu Hanzade Sultan’la Mısır Prensi Mehmet Ali
İbrahim’in kızı olarak dünyaya gelen bir Prenses Fazıla var gündemde. Öyle
güzel öyle güzel bir kız ki değme artistlere taş çıkartır. Bir gözü mavi, bir
gözü yeşil diyorlar. Bu Prenses Fazıla Irak Kralı 2. Faysal ile nişanlandı. Kral da
pek yakışıklı. Evlenmelerine 2 hafta kala 14 Temmuz 1958‘te düzenlenen darbeyle
Irak Kralı devrildi ve katledildi.
Biz prensese bir üzüldük
sormayın da asıl üzülen Menderes olmuş, asker darbesinin kendine de
olabileceğinden kuşkulanarak.
Korku sonun başlangıcı olur her
zaman. Korku şiddeti mayalalıyor, ülkedeki
siyasal kamplaşma ve dolayısıyla da gerginlik geri dönülmez bir duruma geliyor.
İncirlik Üssü’ne 10000’den fazla Amerikan askeri, nükleer silah iniyor. CHP ve basın üzerindeki baskılar
artıyor. DP yumuşamıyor, halkın ona oy
vermeyen yarısını dinlemiyor, üstüne üstlük
12 Ekim 1958’de Vatan Cephesi’ni
kuruyor. Radyoda saat 13’teki haber ajansının ardından Vatan Cephesi’ne
katılanlar sayılıyor tek tek.
Katılmayanlar vatan haini! 1959'un
Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir
geziye çıkıyor. CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takıyor. (Bayılıyor
bizim büyükler eski zaferlerimize; ya Büyük Taarruz ya da Çanakkale Destanı)
Sona giden yola girilmiş, dönüş
yok ama hala ikisi de inatla insanlarıparçalamaya devam ediyor. 18 Nisan 1960’ta Tahkikat
Komisyonunun kuruluyor. Başta CHP olmak üzere Meclis içi ve
dışı tüm muhalefeti hemen her türlü siyasi faaliyetten men etmeyi hedefliyor bu
komisyon.
Diğer taraftan ekonomik kalkınmamız tehlike içinde.
Borç almışız, fakat parayı
yatırdığımız yerler borcumuzu geri ödememizi sağlar durumda değil. 1958’de büyük bir develüasyon: Dolar
2.80’den bir anda 9 TL. IMF’den biraz para girişi. Yetmiyor, ekonomik darboğazı açmak için yeni krediler gerekiyor, ilk sefer Amerika’ya yapılıyor.
Amerika, Menderes’in yatırımlarından ve dış politikasından hoşnut değil- oysa
bir zamanlar has adamıydı- kredi vermeye yanaşmıyor
Batı Almanya da o sırada ABD’nin yönetiminde, ondan da eli boş dönüyorlar. Tek çare kaldı: Yıllarca bize en korkunç komünist düşman belletilen Moskova’ya /SSCB’ ye başvurmak. Amerika buna izin verir mi? Derler ki 27 Mayıs’ın ardında ABD’nin bu yüzden DP’yi cezalandırması yatar.
1960 Nisan ayındayız ve DP’nin
sonu şöyle geliyor: Senenin başlarında basında sansür artmış, gazeteler sansür
nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyor. 18 Nisan’da Tahkikat komisyonun kurulması
üzerine 26 Nisan’da İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri, 28 Nisanda İÜ öğrencileri
toplanıyor. Güvenlik güçleri toplantıya
müdahele ediyor. Çatışmada Orman
Fakültesinden Turan Emeksiz ölüyor, çok
sayıda öğrenci yaralanıyor. Öğrenciler, "Türk ordusu çok yaşa!" sloganı atıyor ve Plevne Marşı’nın
değiştirilmiş halini söylüyorlar: “Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi
vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı? “ Sıkıyönetim
ilan ediliyor. Olaylar Ankara’ya
sıçrıyor. 21 Mayıs’ta Ankara’da Harp Okulu öğrencileri yürüyor. İktidar hala anlamaıyor, karşı plan
yapıyor: 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda kendi partili
gençleriyle bir gösteri düzenlemeye karar veriyor. (Size neyi hatırlatıyor bu olay?) Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oluyorlar ve 555K
(5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir
öğrenci kitlesine duyuruyorlarlar. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme
amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kalıyor. Saat 6 civarında
meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaşıyor.
Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri
Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş
ve bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuş ve görevinden ayrılmış.
27 Mayıs 1960
sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3:30'da tanklar hareket
etti. Saat 4:36'da Albay Alparslan
Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile harekat bütün
Türkiye ve dünyaya ilan edildi. "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran
ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek
maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır."
Ayfer Yılmaz
Ayfer Yılmaz
7 Temmuz 2013 Pazar
Başlarken...
Gezi Parkı olayları, Türkiye'de azımsanayamacak bir kesimin AKP ve Tayyip Erdoğan'ın giderek daha totaliter hale gelen çizgisinden rahatsız olduğunu gösterdi.
Gezi Parkı'nı desteklemek için elimden gelen işlerden biri AKP yandaşı forumlar ve facebook gruplarına dahil olup bu ortamları daha az küfürlü, daha çok düşünce barındıran yazılara sahip bir hale getirmeye çalışmaktı.
Bu çalışmada karşılaştığım temel kalıplardan biri "Menderes'i astınız." kalıbıydı. Oysa dedem benim koyu bir Menderesçi'ydi. Annemin Menderes'in asılmasını yaşamıştı ve Menderes hakkında negatif bir tek kelime de duymamıştım kendisinden.
Annemden Menderes'i, o zamanlarki Türkiye'yi ve dedemin neden Menderesçi olduğunu yazmasını istedim. Facebooktan paylaşacaktım. Gelen metinler facebookun biraz üzerine çıktı. Bir forum ihtiyacı oluşturdu.
Bu blogun ilk hedefi, okullarda hiç bir zaman öğretilmeyen yakın zaman Türk tarihi ve günümüz Türkiye'si arasında bağlantı kuran bu yazıları paylaşmak. Bir kişinin yazdığu yazılarla sınırlı kalmayacağını ve farklı bakış açıları ile zenginleşeceğini umuyorum.
Kozan Soykal
Gezi Parkı'nı desteklemek için elimden gelen işlerden biri AKP yandaşı forumlar ve facebook gruplarına dahil olup bu ortamları daha az küfürlü, daha çok düşünce barındıran yazılara sahip bir hale getirmeye çalışmaktı.
Bu çalışmada karşılaştığım temel kalıplardan biri "Menderes'i astınız." kalıbıydı. Oysa dedem benim koyu bir Menderesçi'ydi. Annemin Menderes'in asılmasını yaşamıştı ve Menderes hakkında negatif bir tek kelime de duymamıştım kendisinden.
Annemden Menderes'i, o zamanlarki Türkiye'yi ve dedemin neden Menderesçi olduğunu yazmasını istedim. Facebooktan paylaşacaktım. Gelen metinler facebookun biraz üzerine çıktı. Bir forum ihtiyacı oluşturdu.
Bu blogun ilk hedefi, okullarda hiç bir zaman öğretilmeyen yakın zaman Türk tarihi ve günümüz Türkiye'si arasında bağlantı kuran bu yazıları paylaşmak. Bir kişinin yazdığu yazılarla sınırlı kalmayacağını ve farklı bakış açıları ile zenginleşeceğini umuyorum.
Kozan Soykal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)