19 Temmuz 2013 Cuma

4 Haziran - Gezi'nin başlarında gençliğe açık mektup

Bu mektup facebookta bir miktar dolandı. 4 Haziran'da Gezi'nin en gazlı zamanlarında annem tarafından kaleme... klavyeye alınmıştı. 

Annemin özür dilemesini tekrar tekrar yayınlamaktan bir miktar haz alıyor olmamın yanı sıra, diğer yazılara da bir referans olsun diye buraya da koyuyorum.

Mektup bana yazılmış değil aslında - Gezi sırasında Türkiye'de değildim. Gazını solumadım. Mektup aslında okuyup da "evet ben buyum" diyen herkese yazılmış.

-Kozan Soykal



------8<-----
özür dilerim oğlum.
yıllardır sana apolitik dedim. bireysel dedim. şu bilgisayardan başını kaldır bak, beni ben yapan bütün değerlerim bir bir elden gidiyor, yerinden kıpırdamıyorsun dedim. tembel bu nesil, benim vatan- millet- bayrak duygularımla heyacanlanmıyorsunuz, dedim.
çelişkiydi aslında. seni bizzat ben böyle yetiştirmiştim. 60 ihtilalini bile çok net hatırlıyorum, düşün ki tüm ihtilalleri birebir yaşamış, despotluğun acılarını, nefes alınmaz baskılarını, radyoda ihtilal haberi duyulur duyulmaz çark eden kendi insanımızın teslimiyetini görmüş bir anneyim. seni – tüm annelerin evladını koruma duygusuyla- bunlardan, uzak tutarak büyüttüm. sonra da, ülkem adına umutsuzluğum giderek artınca, bir şeyler yapmak ihtiyacım doğunca kendime bir baktım ki yaşlanmışım ve basit şeylerden bile korkuyorum. hukuksuzluktan, bu yaşta hapisanelere düşmekten… oysa o hapisaneler yıllarca dimdik direnen cesur insanlarla tıklım tıklım dolu.
acizliğimden sana söylenmeye başladım. yıllardır, ama ha politikaya bulaşama! dediğim çocuğumu suçlar oldum.

özür dilerim oğlum.
sen ve diğer bütün evlatlar bana ve tüm ülkeme öyle bir ders verdiniz ki ağzım açık kaldı. ben ki çocuklarıyla ilişkisi iyi olan, onlardan gelişmeleri ve teknolojiyi öğrenen bir anneyim, ben bile tam çözememişim demek, sizin o biz eskilerden çok farklı yapınızı. bizi fersah fersah aşan güzelliğinizi.

evet, gençlik her zaman güzelliğe, mutluluğa, tabiata değer verir ama yaşlandıkça bu değerlerin yerini maddiyat, geçim derdi, elindekileri kaybetmek korkuları alırdı. biz de öyleydik ama sizin kafa yapınız ve tarzınız çok farklı.
biz ütopik hedefler koyardık, koşullarını yaratmayı bilmediğimiz dolayısıyla erişebilmemizin mümkün olmadığı hedefler.. . siz çok akılcısınız, hedefiniz küçük, makul, ulaşılabilir.
biz bu hedefler için karga tulumba girmeyi marifet sayar, haklılığımızı anlatmak bir yana karşı çıkanları düşman bellerdik. öfke duyduk, nefret duyduk. düşünmeyi bilemedik, kahramanca ölelim, bizden olmayanı öldürelim, önemli olan buydu. ölümümüz sanki birşeyleri değiştirecek?
siz nasıl sakinsiniz öyle? şiddet yok, kin yok, bizim o çok önemsediğimiz parti, grup, cemiyet yok. sizde insan önemli. içten, doğal, kirlenmemiş tarzınızla ve kara mizahınızla korku’yu yendiniz.
tüm ülkeninin üzerine sinmiş o korkuyu… gaz mı? ne yazar dedi kırmızılı kız. basınçlı su mu? tango yaptı o güzeller güzeli… elinde gitar müzik yapıyor o genç… biz, evlerde kalanlar da kendimize geldik sayenizde. bir daha korkmamak üzere.

çok güçlüymüşsünüz meğer. biz kendi küçük dünyamızda, sadece türkiye’den haberdar, kendi grubumuzdan alırdık gücü. kalanlar öteki’ydi. siz, her biriniz, birbirinizden bağımsız, birbirini tamamlayan güçtesiniz. lidere midere ihtiyacınız yok. beceriklisiniz, teknolojiyi sular seller gibi biliyorsunuz. böylece dünyadan beslenebiliyorsunuz. her renktesiniz.
bir ego ki artık dokunulmaz diye düşünüyorduk. aaa! bir baktık ki yerle yeksan.. ... ve halk ta bu, dili dolaşmış, kendi gencini iç savaşa yönlendiren lideri seyrediyor…
eminim türkiye artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. bir kırılmadır yaptığınız. yüreğinize sağlık, size baktıkça göğsüm kabarıyor.

------8<-----

16 Temmuz 2013 Salı

1950 - 1960 Dünya ve Dedikodular



Türkiye nüfusu 25 milyon, dünya nüfusu 2.5 milyar, Mersin hadi olsun 100 bin iken... Televizyon yok, filmler 4-5 sene sonra ancak gelir, gazeteleri akşama okunur, yayla yolu olan 45km'yi gitmek 5 saat sürer iken... Biz memlekette Demokrat Parti’yle uğraşırken... O kadar eski zamanlardan bahsediyorum… Küçücük dünyamızdan dışarı bakar, büyük dünyada şunları görebilirdik:

Dünyanın o zaman da patronu olan ABD ile başlayalım: 1950’deki Demokrat başkan Truman yerine 1953’de Cumhuriyetçi  Dwight Eisenhower  seçilmişti. Eski general, namı diğer Ike. Ike 1961’de John F. Kennedy’ye kadar 2 dönem başkanlık yaptı. ABD uzakta, kocaman çok güçlü bir ülke. Babama göre dost, siyaset konuşurken Amerika’sız tek bir cümle geçmezdi. Menderes Türkiye’yi Küçük Amerika yapacak!  Bizim içinse Amerika eşittir Hollywood.  Ne propogandaydı ya Rabbim! Tarihi, coğrafyayı, savaşları, aile ilişkilerini hep Amerikan bakış açısıyla öğrendik.

Diğer çok büyük ülke Sovyetler Birliği’nde 1953’te Stalin ölmüş yerine Kruşçef geçmiş ama Kruşçef’e başkan ya da başbakan demiyorlar, 1. Sekreter gibi bir adı var. Çocukken bu SSCB yönetimini hiç anlamazdım zaten.  Bu SSCB düşman komünist. İkisinin arasında Soğuk Savaş var.

Niye böyle olduğunu sonradan öğrendim:  İsmet Paşa “Moskova TBMM - Sovyetler Birliği Dostluk Paktı”nın uzatılması istemiş, Stalin’le Molotov  reddetmiş. Gerekçe olarak da İsmet Paşa’nın; Hitler’le aşırı bir yakınlık kurarak, "Moskova Dostluk Anlaşması"na ihanet etmiş olmasını göstermiş.

1946’da o zamanki ABD başkanı Truman da : “Rusya’nın Türkiye’yi istila etmek ve Akdeniz’e açılan Karadeniz Boğazlarını ele geçirmek gibi bir niyet taşıdığına hiç şüphe yok. Rusya demir bir yumruk ve sert bir dille karşılaşmadığı takdirde bir başka savaş yaşanacak. Artık uzlaşma oyunu oynamaktan vazgeçmeliyiz… Sovyetleri şımartmaktan yoruldum.”demiş. Vee   Washington Türkiye’ye el uzatmış.

Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini getirmek için Missouri zırhlısı 5 Nisan 1946 sabahı İstanbul Limanı’na gelmiş. Cüneyt Arcayürek’in bir sözü her şeyi toparlıyor: ‘Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesi de Sovyetlerin sert tutumu kapıyı açtı, ABD içeri girdi.’

Nato’ya gireceğiz diye uğraşırken ABD ödememiz gereken bedeli ortaya koydu. Kuzey - Güney Kore iç savaşı dünyanın 2 kutbunun sıcak çatışması haline gelmişti. Biz de Tuğgeneral Tahsin YAZICI komutasında bir tugayımızı Eylül 1950’de Kore Savaşına yolladık.  8. Amerikan ordusuna geri çekilme zamanı kazandırmak için ağır zayiat verdik. 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp.  462 Türk şehidi Güney Kore'de Seul-Pusan Kasabası yakınlarındaki Tanggok mezarlığı içerisinde bulunan Pusan Şehitliği'nde yatmakta.

1952’de Nato’ya kabul edildik.

1955-58’lerde Sovyetler Birliği Ortadoğu’da  nüfuz kurmasın diye Bağdat Paktı oluşturduk. Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere. Sonra adı: CENTO Central Treaty Organization - Merkezi Antlaşma Teşkilatı. Mısır ve Suriye karşı çıktı, Sovyetler’le soğuk ilişkiler daha da gerginleşti.

Dünyanın çok uzak bir yerinde Çin’de Mao Zedung var. Japonya’da imparator  Hirohito, onlar da savaş yenilgisinden sonra kalkınmakla meşgul.  Biz Japonya’yı Hollywood filmlerinden biliriz, ikisiyle de millet olarak ilgimiz yok.

1950-1960 yılları arası bizler en çok Avrupa’yla ilgilenirdik. Günümüz gençliğine ilginç gelecek, bir de Ortadoğu’yla. Hala saltanat; prensler, prensesler, krallar, kraliçeler vardı o zamanlar. Türkiye’de de Hayat Mecmuası.  Sonra Ses Mecmuası da eklendi. Dizi izler gibi her hafta bu jet sosyete ne yaptı merakla izlerdik.

1952’de Kral George ölünce İngiltere’de genç bir kraliçemiz oldu, 2. Elizabeth. (Oğlu benden büyük, onu pas geçti hala kraliçe olarak duruyor) 2. Elizabeth tahta geçmeden önce 1947’de Prens Philip’le evlenmiş. Prens Philip eski Yunanistan ve Danimarka prensi. Babası Prens Andrew Yunan Kralı 1.Konstantin’in kardeşi ve Kurtuluş Savaşı’mız sırasında ülkemizi işgale gelen sonra da denize dökülen yunanlılar arasında. 4 çocuğu oldu Charles, Anne (yaşıtım), Andrew, Edward.
2. Elizabeth akıllı uslu bir kraliçeydi, onun bir kız kardeşi vardı Prenses Margaret.  Asi prenses! Babasının hizmetçisi bir albaya aşık oldu. Kilise adam boşanmış diye izin vermedi. Mutsuzluğunu izledik, biz de onunla birlikte üzüldük. Sonra  gitti yine halktan bir fotoğrafçıyı aldı.

Fransa’yı Brigitte Bardot’su, İtalya’yı Sophia Loren’iyle izledik. Siyaseten nerelerdeydiler hiçbir anım yok. Modacılar, heute couture elbiseler, film festivallerindeki çılgınlıklar, Sait Tropez, Nice, Cannes geliyor aklıma sadece.

Yunanistan’da Karamanlis var. Bulgaristan Demirperde ülkesi, esamesi okunmuyor.

İran, ah İran! İnanmazsınız şimdi, ilgimizin odağı bir ülkeydi. Şah Rıza Pehlevi, yakışıklı, şah, o zamanlar Süreyya ile evli. Süreyya yeşil gözlü, artistlere taş çıkartacak güzellikte bir kadın. (Sadece bacakları biraz çarpık, yıllar sonra film çevirdi, orada gördüm.) Aşk yaşıyorlar, tahtta, karda kayarken, Avrupa’da resimleri… Mücevherler, kürkler  içinde. Biz de nefes nefese onları izliyoruz, Süreyya’cıyız.
Gelin görün ki aşkın sonu gelemedi. Süreyya’nın çocuğu olamadı. Taht varissiz olur mu? 1958’de Şah onu boşadı, ağlayarak ayrıldılar. Biz de ağladık. Şah 59’da Azeri asıllı Farah Diba’yla evlendi. Mahzun prensesimiz Süreyya’yı kalbimize gömdük, kadınlarımızın hepsi Diba topuzu yaptırmaya başladı.

Irak’ta bir kral var, 2. Faysal. Gerçi dedesinin babası Mekke Şerifi Hüseyin İngilizlerle birlik olup Osmanlı’yı arkadan vurmuş ama olsun, biz o sıra bunları bilmiyoruz. Bizim prensesimiz Fazıla ile nişanlı, nasıl ilgilenmeyiz? Bu öykünün de sonu acıklı, kralın öldürülmesiyle bitti. Bu acılı prenses te yıllar sonra eski başbakanlarımızdan Suat Hayri Ürgüplü’nün oğluyla evlendi.

Mısır Kralı Faruk, Hıdiv Mehmet Ali Paşa’nın torunuydu. Osmanlıdan son hatıra! Kralın kardeşi de İran şahının Süreyya’dan önceki karısıydı. 1952’de Cemal Abdül Nasır’ın lideri olduğu milliyetçi Hür Subaylar darbe yaptı, Kral Faruk İtalya’ya sürüldü. Krallık 6 aylık oğluna verildi, 2.Fuat.  Burada öyküye bizimkiler karıştı. Sürgün Halife Abdülmecit’in bir başka torunu Neslişah Sultan Mısır’ın son Hıdiv’i 2.Abbas Hilmi’nin oğlu Prens Muhammed Abdülmünim’le evlenmiş Mısır’da yaşamaktayken bu darbe oldu. Prens Abdülmünim bebek kralın naibi oldu, Neslişah Sultan’da first lady. Ama 1 sene sürmedi, krallık tümden kaldırıldı, bizimkiler tutuklandı. Neyse aklandılar ama onlar da sürgüne yollandılar.

Ayfer Yılmaz

27 Mayıs Sonrası



Alyans Evler”imiz oldu. 27 Mayıs’ın ardından  ekonomiyi düzlüğe çıkarma adı altında vatandaştan ziynet eşyası toplama kampanyası başladı. Herkes alyanslarını orduya bağışladı. Bizimkiler de. MBK bunlara bakır "Devrim" yüzükleri verdi. Toplanan  altınla Ankara Yücetepe’de, İstanbul  Zincirlikuyu’da 4 binin üzerinde ev yapıldı. Bu evler 27 Mayıs’tan sonra emekliye sevk edilen ihtilalci subaylara 20 yılda ödenmek üzere yıllık %2-3’lük faizle verildi.

Babamın bir yorumu vardı: “Demokrat Parti’nin hatası orduyu doyurmamasıydı. Doyursaydı ihtilal olmazdı.”

İhtilalin ardından hemen tasfiyelerimiz başladı. Milli Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve heterojen bir gruptu zaten. Madanoğlu ve Küçük grubu ile Türkeş ve Kabibay’ın Türkçü grubu birbirine düşünce Gürsel 13 Kasım 1960'da Alparslan Türkeş başta olmak üzere 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip yurtdışına danışman olarak gönderdi.

Orduda da tasfiyeler devam etti. 1960 Ağustos’undan itibaren Milli Birlik Komitesi tarafından 235 general, 5.000 subay zorunlu emekli edilince bir dernek kurdular. "Eminsular" ve orduya geri dönmeye çalıştılar. Orgeneral Ragıp Gümüşpala’da bu grubun en yüksek rütbelisiydi daha sonra Adalet Partisi genel başkanı oldu.
Ocak 1961’de Kurucu Meclis kuruldu, sivil yönetime dönmek için yeni bir anayasa yapılacak. Ancak ordu durulmadı, hala kaynıyor. Bir Silahlı Kuvvetler Birliği var, bunlar kendilerine genç subaylar ve devrimci diyorlar ama 27 Mayıs’la elde ettikleri iktidarı bırakmak istemiyorlar gibi. Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir bunlardan.

Şubat 1961’de sivil hareketler başladı: Yeni Türkiye Partisi  kuruldu. Genel başkanı Ekrem Alican. 11 Şubat 1961'de ise Adalet Partisi kuruldu. Amblemi bir beyaz at. ‘Demokrat’ sözcüğüne dili dönmeyen Türk köylüsü ‘Demirkırat’ derdi.) 27 Mayısçılarla görüş ayrılığına düşen emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala başkan. Bir de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi var 1958’de kurulmuş olan. Genel Başkanı Osman Bölükbaşı. ( Bu partiye daha sonraları 65’de Türkeş ve 14’ler katılacak, partinin çizgisi değişecek ve adı MHP olacaktır.)

Dünyayla ilişkilerimiz ise bildiğiniz gibi, öyle ihtilal oldu diye cezalandırılmıyoruz. ABD yardıma devam ediyor. Bir yerde okudum, 280 milyon doları bulmuş. Şubat’ta önemli bir şey daha var. Türk ve Alman İş ve İşçi bulma Kurumları arasında anlaşma yapıldı ve ilk işçi kafilemizi yolladık. Bu arada Almanya’dan da yardım alıyoruz.

Haziran 1961’de Cemal Madanoğlu’nu istifa ettirdiler, Silahlı Kuvvetler Birliği bunu beğenmedi. İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı yapılmasını da beğenmedi. Sivilleşme çabalarından da hoşnut değildi. 14’ler olayından dolayı zaten hınçlıydı. Hemen bir itiraz genelgesi yayınladılar.

Anayasa yapıldı, 9 Temmuz 1961’de halkoylamasına sunuldu. Kabul %62 üstelik askeri rejimde.
Nihayet genel seçimlerimiz 15 Ekim 1961’de yapıldı. Seçim öncesi CHP umutluydu. Öyle ya!  DP  27 Mayıs’ın altında ezilip yok olacak. Gel gör ki beklenen gerçekleşmedi, CHP %36,5 oy aldı. DP’nin yerine kurulan AP ise %34,8 ile başa baş çıktı. 450 üyeli mecliste CHP 173, AP 158 ve 150 senato üyeliğinin de 71’ini AP, 36’sını CHP almıştı.

Bu seçim sonuçları CHP’yi ve şu bizim genç subayları da etkiledi. Aman aman! Siyasi ortam neredeyse 27 Mayıs öncesine dönüşmek üzere. Seçim sonuçlarından sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir fikir ayrılığı arttı da arttı.

Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümeti  İsmet İnönü başkanlığında CHP-AP koalisyonu kuruldu. Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi Ekrem Alican Cumhuriyet Halk Partisi İsmet İnönü, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Osman Bölükbaşı, 24 Ekim'de Çankaya'ya çıktılar, Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada mahkumlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzaladılar.

26 Ekim 1961’de de Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanlığı’na, ihtilal lideri Cemal Gürsel seçildi.  Sivil hükümet kuruldu ya AP yanlıları artık açıkça 27 Mayıs aleyhinde konuşmaya başladı, CHP – DP tartışmaları kaldığı yerden devam etti. Zavallı 27 Mayıs cuntacıları, daha bir yıl geçmeden meşru müdafaa durumunda kalmışlardı.
Derken 22 Şubat 1962’de Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ve arkadaşları darbe girişiminde bulundu.  Bu direniş hükümetle uzlaşma ile sonlandırıldı ve Aydemir emekli edildi. Fakat durmadı, 20 Mayıs 1963'de Anayasa'da öngörülen reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle ikinci darbe girişiminde bulundu, yine başaramadı. Yargılandı ve arkadaşı Binbaşı Fethi Gürcan’la idam edildi.

27 Mayıs İhtilali böylece bitti. Biterken daha önce adını duymadığımız bir genç adamla tanışıyorduk. 1962 yılında AP’ye girmiş, sonra ayrılmış, 64’de Ragıp Gümüşpala’nın ölümünden sonra AP genel başkanı seçilirken gördüm resimlerini. Şişmanca bir adam, kara gözlüklü ve fötr şapkalı. Milletvekili bile değildi henüz. Babama kim bu dedim: “Eski DSİ genel müdürü.” dedi.” İTÜ’lü mühendis. Amerika’dan geldi.”

Nereden bilebilirdim ki babamın kaybettiği Menderes’ten sonra yerine koyduğu bu İTÜ’lü mühendis hayranlığı benim hayatımı belirleyecek ve onun bir İTÜ’lü mühendis kız hayalini mecburen gerçekleştirmek zorunda kalacağım.

Süleyman Demirel 1962'de AP’ye girdi. Haziran 1964'te AP genel başkanı Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine baş gösteren parti içi bunalım sırasında yeniden siyasete döndü, kongrede genel başkan seçildi.

Ayfer Yılmaz

Yassıada Hikayesi

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra tutuklanan Demokrat Partililer, asker ve üst düzey kamu yöneticileri Yassıada’ya götürüldü. Albay Tarık Güryay ada komutanı. Olağanüstü bir mahkeme kuruldu:Yüksek Adalet Divanı, başkanı Hakim Salim Başol. Ünlü savcısı ise Ömer Altay Egesel. Derler ki ceza kanunu değiştirildi. Duruşmalar 14 Ekim 1960’da başladı ve yaklaşık 1 sene sürdü. Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’dı. Hüsamettin Cindoruk ta DP’nin avukatlarından biri. Vatana ihanet, kamu mallarının kötüye kullanımı, CHP’nin mallarına el koymak, tahkikat komisyonu kurmak……. gibi çok ciddi davalar vardı… Ancak 14 Ekim’de ilk dava: Celal Bayar’ın Köpek Davası’ydı. Hediye bir köpeği ederinden fazlaya satmış.

Menderes’in Bebek Davası: Ayhan Aydan’ın bebeğini kasten öldürmüş.

Menderes’in Don Davası: Savcı Egesel’in elinde delil diye bir adet don, kim giydi bunu diye soruyor.

Mahkemeler boyunca mahkeme başkanının da savcının da sanıklara karşı tutumu sertti. Giderek de hakarete döndü. Savunmalar için tanık ve belge göstermeleri sürekli olarak reddedildi. Konuşurken sanıkların sözleri kesildi, savunmalarını kısıtladılar, yaptırmadılar. (Tarih gerçekten tekerrür)

Sonunda Silivri ay pardon dilim sürçtü, Yassıada mahkemesi 15 sanığı idama mahkum etti. 16 Eylül 1961’de sabaha karşı Maliye Vekili Hasan Polatkan ve Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu asıldılar. Tüm Avrupa ülkeleri, bilhassa 2. Elizabeth, ABD Başkanı Kennedy’nin Ankara Büyükelçisi idamların olmaması için çok uğraşıyordu. Menderes intihara teşebbüs etti, bırakmadılar kurtardılar. 17 Eylül’de, beklerlerse durdurulacak korkusuyla, sabahı bile beklemeden (teamüldür, idamlar sabaha karşı olur) öğlen 13.30’da da Menderes’i İmralı’da astılar.

Babam akşam gazeteyle eve geldiğinde yüzü sapsarıydı, gazeteyi benim görmemi istemediler ama gördüm. Yarım sayfa büyüklüğünde 3 siyah beyaz fotoğraf yan yana. Boyunlarında kalın urgan, ayakları boşlukta beyazlar giymiş 3 adam sallanmakta…Hiç unutamam; çünkü babama karşı bir sorgulama duygusunun oluştuğu andır o an. Madem Menderes bu kadar kıymetli bir adamdı ve o bu kadar seviyordu niçin ama niçin ölümüne mani olacak hiçbir şey yapmamıştı? Kaç aydır ağzını bile açmamıştı. Güvenim sarsıldı, içim kırıldı, suçladım onu….

Çok yıllar geçti, iki oğlan büyüttüm ve farkına vardım ki onları büyütürken, çocukları belalardan koruma adına, içgüdüsel olarak aynı şeyi yapmışım. Tepkilerimi hep içimde tutmuşum. Onları siyasetten başka taraflara iteklemişim. Onlar da apolitik olmuşlar. Affet beni Babam.

Diğer idam cezaları uygulanmayıp hapse çevrildi. Yaşı ileri olduğundan Celal Bayar’ın cezası da müebbet hapis oldu. 1964’de rahatsızlık nedeniyle diğer mahkumlarla birlikte serbest bırakıldı. 1967’de, birlikte affedildi.  Ben de Yazdım- Milli Mücadeleye Gidiş” adlı 7 ciltlik bir eser yazdı.1986’da 103 yaşında vefat etti.

Derler ki: Menderes’in idamından 9 gün sonra evine gitmişler, kapısına idam hükmünün bir suretini asmışlar ve idam edilirken kullanılan ip, idam gömleği, cellat, imam ve son gün yiyip içtiklerinin parasını eşi Berrin Menderes'ten tahsil etmişler.

Menderes zaten anasız babasız büyümüştü. Ailesinin dramı sonraki yıllarda da sürdü. 3 oğlundan Yüksel Menderes 1972’de intihar etti. Mutlu Menderes 1978’de bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Aydın Menderes 1996’da trafik kazası sonucu felç oldu ve 2011’de hayata veda etti.

Celal Bayar’ın Başvekilim Adnan Menderes kitabından:
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasi tefekkürü ile Adnan Menderes ve Demokrat Partinin siyasi tefekkürü 10 yıl boyunca bir mücadele verdi. 27 Mayısa bağlanan bu mücadelenin derin sebeplerini bugün iyice görüyorum... Bu mücadeleyi, insanı şaşırtan teferruattan sıyırıp, temel çatışmaların sebeplerine indirince, apaçık görünüyor ki, iki devlet görüşü on beş yıl boyunca, bir paranın iki yüzü gibi, aykırı yönlere bakmış, fakat aynı değeri sağlamaya çalışmıştır. Cumhuriyet Halk Partisinin Lideri Sayın İsmet İnönü, Türkiyede demokrasinin kurulmasını istiyordu. Ben, Adnan Menderes ve arkadaşlarımın kurduğu Demokrat Partiyle, Türkiyede demokrasinin kurulmasını özlemiş ve istemiştim. Fakat şairin: "Ol hakikat yektir amma, iş rivayet muhtelif" dediği gibi, bizim devlet görüşümüz başka, İsmet İnönünün Devlet görüşü başka olduğu için, çatıştık ve birbirimize derdimizi anlatamadan 27 Mayısa ulaştık. Elbette olayı İsmet İnönü ve Adnan Menderes yahut Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti diye nitelendirmek eksik bir anlatımdır. Türkiyede İsmet İnönü gibi düşünenlerle, Demokrat Parti gibi düşünenler arasında, Devlet Yönetimi anlayışı konusunda büyük bir anlaşmazlık ve çatışma olmuştur. Fakat taraflar, muhatapsız bir diyalog içinde bulunmasalardı, yani karşı tarafın, kendi fikirlerini iyice bildiği zannı ile sebepleri tartışacaklarına, neticeleri tartışmasalardı, 1946 da başlayan "Türkiyede Demokrasi Yönetimi macerası" böyle bitmeyecek, böyle sonuçlanmayacaktı.

Ayfer Yılmaz

27 Mayıs İhtilâli



Olayları yaşarken bu kadarını bilecek yaşta değildim elbette. Sonradan okurken, babamla konuşurken öğrendim ayrıntıları: Komik bir ihtilaldi aslında. Sadece 4 generali olan, kalanı albay, binbaşı ve yüzbaşıdan oluşan toplam 37 kişilik gizli bir örgüttü ihtilali yapanlar. Sonradan kendilerine Milli Birlik Komitesi (MBK) adını verdiler. General Cemal Madanoğlu’nun katılması bile tarajikomik. 1 yarbay teklif ediyor, Madanoğlu önce “Ulan biliyorsun bende t.ş.k var, kafa yok.” diye reddediyor. Yarbay 24 saat düşünmesini istiyor ve 24 saat sonra şu yanıtı alıyor: Ulan, erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum! Yurt dışında bulunan gizli komite mensupları Talat Aydemir ve 2 kişi daha  komiteye girmemişler.

3 Mayıs’ta Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel istifa edince başsız kalmışlar. Bir süre kendilerine bir lider aramışlar. Genelkurmay 2. Başkanı Cevdet Sunay, 1.Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek kabul etmemiş. Bunlar kendi planlarına göre darbeyi yapmışlar. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala kızmış,”Eğer darbenin lideri benden daha kıdemli değilse ordumla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağım!” demiş. Bunun üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel’i İzmir’den apar topar komitenin başına getirmişler.

37 subayın oluşturduğu bu MBK bu harekat ile anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. Darbenin ilk günü Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu,ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda öğrenciler tarafından darp edilmişler ve enterne edilmişler. İçişleri Bakanı Namık Gedik ise tutuklu olduğu odanın penceresinden aşağıya atlayarak intihar etmiş. Derler ki: "Pencereler çift cam, atlayarak kırılacak gibi değildi,  aşağıya atılarak öldürüldü." Orduda da Genel Kurmay Başkanı ve bazı generaller tutuklatıldı.  235 general ve 3500 civarında subay - daha çok albay, yarbay, binbaşı - emekliye sevk edildi. Bazı üniversiteler kapatıldı, 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alındı. 520 hakim ve yargıç görevden alınarak, yargı da kontrol altına alındı. İsmet İnönü pembe Köşk’te korumada. İhtilal lideri Cemal Gürsel bir sabah kendisini aramış, halini ve hatırını sormuş, ihtilali kendisine haber vermeden yaptıkları için özür dilemiş ve bir emri olup olmadığını sormuş.

10 yaşındayım, ihtilalle tanışıyorum. Önce suskunuz, büyükler ne oluyor şaşkınlığında. Akis, Vatan, Ulus okuyoruz, İstanbul ve Ankara haberlerini alıyoruz. Vay canına! Neler olmuş, neler! 27 Mayıs’ın özgün (!) hikayesini okullara yollanan broşürlerden öğreniyoruz. 1960 yazında konuştuklarımız şunlar:
"Aslan MBK Demokrat Partilileri yurtdışına kaçarken yakalanmış, yanlarında 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve para varmış."

"28 Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce genç öldürülmüş, kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömülmüş. Hatta gömülmemişler, makinelerde kıyılarak toz haline getirilmişler. Sucuk yapımında kullanılmışlar." Uzun zaman sucuk yemedi bu millet Allah inandırsın. Bir Sıddık Sami Onar hatırlıyorum, İÜ rektörü, epey aradı bu Hürriyet Şehitleri’ni, bulamadı. Anıt inşa edecekti. 28 Nisan olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Özpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin vardı sadece.
İçişleri Bakanı Namık Gedik yaptıklarının korkusundan intihar etmiş. Arkasından şu şiiri okuyoruz: Namık Gedik didik didik olasın/ Her parçanı bir çalıda bulasın/ Çakılasın bir kazığın üstüne / Korkuluktan beter hödük olasın... Behçet Kemal Çağlar mı gerçekten şairi?

Başbakan Menderes’in çekmecesinde kadın donları, kadın eşyaları, rujlar çıkmış. Gürsel Paşa Celal Bayar’ın bankalarda 103 milyon lirası olduğunu söylemiş.
Propoganda olağanüstüydü. Büyüklerim inandılar mı? Belki bir süre tereddütte kaldılar, ama sonra…. İnanmadıkları ihtilalden sonraki seçim sonuçlarında görülecekti.

Ayfer Yılmaz

Demokrat Parti: 1950 - 1960



1950 yılı Haziran ayında;  ABD’nin başında  Başkan Truman, Sovyetler’de  Stalin, İngiltere’de Kral 2. George, Mısır’da Kral Faruk, Irak’ta Kral Faysal, İran’da Rıza Şah Pehlevi var.  Sonra bazıları değişti. Çocukluğum ABD-Eisenhower,  SSCB-Kruşçef,  İngilere-2. Elizabeth, Mısır-Nasır’la geçti. Faysal ve Rıza Şah sonradan gittiler.

Dünya böyleyken:
İstanbul’dan 1000km uzakta 80 bin nüfuslu Mersin'de ilk çocuk olarak evde ve ebe marifetiyle dünyaya gelmişim. Annem eve elektriğin gelişinin nişanıyla birlikte olduğunu anlatır.  Sıradan bir taşra ailesinin sıradan bir kızıydım… Ancak 2 çok büyük şansım vardı: 1) Memleketim  kozmopolit, dışarıya, her türlü dine ve insana açık bir Mersin. 2) Annem ve babamın çocuklarına en iyi tahsili vermedeki saplantıları.

Annem Cumhuriyet’in kızlara sağladığı olanaklarla ailesine karşı çıkabilmiş ve başka bir kente her gün gidip gelerek okumayı başarmış bir öğretmen. Babam  genç, ben ilk çocuğuyum, daha otuzunda bile değil. Babam çalışkan, eğitim açığını dışarıdan sınavlara girerek ve gece mekteplerinde kapatmış. Babam hırslı. Babamın hayalleri var; çocuklarını iyi okutacak.

İkinci Dünya Savaş'ı biteli 5 yıl olmuş. Zaten fakir sıradan insanlar, Savaş sırasında seferberlikte çekilen yokluktan -zorunlu bile olsa - iyice bıkmışlar. 1946’da bir devalüasyon görmüşler.  Devletin borcu yok ama halk artık varlıklı olmak istiyor. Çok çalışkanlar. Bir imkan verilse, önleri bir açılsa, bir yol gösteren olsa dünyayı değiştirmeye hazırlar. Yönetimde olan CHP, Atatürk’ün partisi, tüm Osmanlı borçlarını ödemiş, 1923’ten beri ilkesi denk bütçe olmuş. Ama seçkinci. O zamanlar gerçekten zor bulunan okumuşların elinde.  Okumuşlar, okuyup büyük adam olduktan irtibatlarını koparmışlar halktan.  Halk cahil diye küçümsemişler sanki, kendi doğruları ve kendi kuralları içine almamışlar sıradan vatandaşı.  Dinlememişler, sormamışlar ne istersiniz diye. Devlete kapağı atabilen en küçük memur bile vatandaşı hor görmüş, işini devamlı yokuşa sürmüş.  Dışlanmış hissetmiş babam kendini. Onun gibi bir çok insan da. Özgürlük istemişler, kendilerinin de söz sahibi olabileceği bir yönetim.

1950 yılı Haziran ayında ben dünyaya geldiğimde babam elbette mutlu olmuştu  ama eminim asıl sevincini 35 gün önceki seçimlerin sonuçlarını aldığında yaşamıştı. 14 Mayıs 1950’de ülkemde iktidar değişmiş, Demokrat Parti %52.67  ve 415 mebus ile seçimleri kazanmış. Cumhuriyet Halk Partisi %39.45 ve 69 mebus ile hezimete uğramıştı.  Bu oy oranlarıyla mebus sayıları ne kadar adil tartışılır, ama babam nihayet muradına ermiş ve o baskıcı CHP’den kurtulmuştu. Menderes, babamın adamı, başvekildi  ve her şey  iyi olacaktı.  Kendimi bildiğim zamanlar geldiğinde de 1954 seçimlerini DP bu kez  %57.6 ve 503 mebusla kazanmıştı.

Babam siyasete meraklı bir insan ve koyu DP’li. Dinle uzak yakın bir alakası yok, ‘Bir Elham oku’ desen beceremez, o kadar. Babam mutlu, çok çalışıyor, DP sözünü tutmuş, para ve maliye politikaları tamamen değişmiş, krediler, Marshall yardımları almış. Tarım makinaları tarlaya girmiş, karayolları yapılıyor, sanayide özel sektör destekleniyor. KİT dediğimiz (şimdi bir tanesi bile kalmayan) Kamu İktisadi Teşebbüsleri kuruluyor. Bazıları sayıyorum: Denizcilik Bankası(1951), Et ve Balık Kurumu(1952), Devlet malzeme Ofisi(1954), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı(1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları(1955) ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları (1960)

Asfalt yollar yapılıyor kilometrelerce. Demiryollarında vazgeçilmiş, akla CHP, akla komünizm geliyor .
Evet bir büyük düşmanımız var; komünizm, SSCB ve onun uyduları Varşova Paktı üye devletleri. Bu komünizm öyle bir şey ki virüs mübarek, her kış geliverir memleketimize, bize bulaşıverir, biz de komünist falan oluruz maazallah! Nato’ya girdik, ondan korunmak için. Ha! Nedir bu komünistler, ne yaparlar diye sormayagör: ‘ Sorma sorma!’ diye anlatırlar. ‘Bunlarda din yok. Herşey ortak!’ ‘Aslında iyi bir şey değil mi her şeyin ortakça kullanılması, imece gibi ..’ desen cevap hazır:  ‘ Kadınlar da ortak!’

Neyse, bu kalkınma hamleleri babama kadar ulaşmış, her şey gerçekten de iyi gidiyor. Eğitim politikasını da beğeniyor babam. İlk ve orta öğretim okul, öğrenci, öğretmen sayıları artıyor. 1957’de ODTÜ, 1958’de Erzurum Atatürk Üniversitesi kuruluyor.

Küçük yaşlarımdan itibaren benimle siyaset konuşur, o yüzden ben de dikkat ediyorum olanlara.
Gazetelerdeki resimlerine bakıyorum, her zaman jilet gibi giyinen, briyantinli saçlı, güneş gözlüklü, çok havalı bir Menderes…. Berrin Menderes’le evli ve 3 erkek çocuğu var. O zamanlar mı duydum yoksa sonradan Yassıada Mahkemelerinde mi öğrendim net değil hafızamda, aşkları çok ünlü. Bir Ayhan Aydan vardı, soprano, ünlü bestecimiz Hasan Ferit Alnar’ın karısı. Oyuncu Ege Aydan’ın da halası. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Yassıada duruşmalarında  Bebek Davası görülürken mertçe “ Adnan Menderes’i evli olmasına rağmen büyük bir aşkla sevdim” diye dimdik durmasından çocuk yaşımda çok etkilenmiştim. Bir de romancı  Suzan Sözen vardı bu kadar mert olamayan.  Kocası İstanbul Emniyet Müdür Vekili, Gümüşhane’ye tayinleri çıkınca Menderes’i kendine aşık edip tayini durdurmuş. Öyle dedi sorgulanırken. Don Davası da görüldüydü Yassıada’da…..Neyse  kronolojik yazıyorum, bunları sonraya bırakayım.

Particilik diye bir kavram var; futbol takımı tutmak gibi, sonuna kadar… eleştiri yok, parti ne yapsa doğru, diğer parti ne yapsa yanlış. Fabrikalar, yollar yapılıyor, işler açık, babam kendi mahallesinin milyoneri olacak. Mersin yazları çok sıcak, bakkallar buz satıyor, talaşların içinde. Aah bir buzdolabı alınabilse…. Bir gün babam Ataş rafinerisinde çalışmış bir yabancıdan aldığı  ikinci el Atlas marka bir ‘firijder’ getiriyor eve.  Bütün mahallenin soğuk suyu bizden ve fazla yemeği bizim dolapta artık. Halk insanca yaşamaya aç.

Bu arada, ayrıntılarını sonradan öğrendiğim olaylar oluyor:
Türkiye’den fersah fersah ötede Kore’ye savaşmaya gitmiş askerimiz. 1300 şehidimiz var. Karşılığında NATO'ya alınmışız. Ezan benden önce Türkçe okunurmuş, yeniden Arapça olmuş. Başvekil, ‘Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz. Sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız. ’ demiş.  Halkevleri vardı o zamanlar, benim gibi fakir çocukların kitap bulabildiği, yetenekliyse bir enstruman çalabildiği- piyano bile vardı Mersin’de. Bunları kapatıp mal varlıklarını hazineye devretmiş. CHP’nin bütün mal varlığına da el konulmuş. Köy enstitülerini kaldırmış. Gazeteciler baskı altında, Akis, Ulus toplatılıyor. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek hapse atılmış.  Ve 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olaylarıyla İstanbul’daki Rumlar talana uğramış. Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi yazarlar bu olaydan sorumlu komünistler olarak tutuklanmış. İnönü taşlanmış.  DP’ye oy vermeyen Kırşehir ilçe yapılmış. Yollar yapılırken istimlaklar sırasında birçok tarihi eserimiz yıkılmış… Bunlara o benim açık fikirli memleketimin insanları aldırmıyor, görmüyorlar bile. Modernleşiyoruz, kalkınıyoruz, biz halkız ve DP bizi adam yerine koyuyor… onların önemsediği bu.

CHP’liler azınlıkta, görüyorum. Ama yüksek eğitimliler, noter falan gibi. Babamın arkadaşlarındaki içtenlik, güleryüzlülük yok onlarda. Kendimi  bir tuhaf hissediyorum yanlarında. Sonra tarih dersinde öğreniyorum, İnönü Kurtuluş Savaşı kahramanı, Milli Şef. Nasıl olur da babam onu hiç sevmez? Soruyorum:  ‘Sorma, o İnönü var ya İnönü! Paralardan Atatürk’ün resmini kaldırdı. Harp zamanı hepimiz açken buğdayları silolarda çürüttü de denize döktü sonra. Vatan sevgisi yoktur onda. Türkiye kalkınsın istemez. Atatürk bile onu anlayıp son zamanlarında kesmişti konuşmayı.’  Gazetelerden , kitaplarımdan İnönü’ye bakıyorum. Sade, küçümencik bir adam, Menderes’in havası asla yok onda.  Yıllarca bu vatan için kelle koltukta savaştı da sonradan neden sevmedi vatanını diye düşünüyorum. Aslında basının başka bir bölümü CHP- DP gerginliğini anlatıyor ama eve giren gazeteler DP yanlısı, ben çocuğum, iyi bir çocuğun asli görevi aile ne derse kayıtsız şartsız itaat. Babam Galatasaray’lı, ben de. Babam DP’li, ben de. Küçük beynimde soru işaretleri oluşsa da bunlara kulak asmamalıyım.
Mahallede bir arkadaş var, Meral, babası yüzbaşı. Çok fakirler. Bizden beter. Biz gene kalkınma rüzgarlarıyla belimizi doğrultuyoruz. Ev var, buzdolabı var artık. Onların hiçbirşeyleri yok.  Ordu bu rüzgarlardan hiç pay almıyor.

Herşey güllük gülistanlık denirken seçimler 1 sene önceye alınıyor ve 1957 seçimlerinde DP kazanıyor ama %48 oy oranı ile 424 milletvekili. Bu bir düşüş! CHP %41 oy ve 178 milletvekili… İnsan bir anlar değil mi? Yok hayır! Yeni komplo teorileri ve CHP’den daha fazla nefret. Haa! CHP de DP’den nefret ediyor. Arada Millet Partisi falan var ama toplum resmen 2 kutuplu.

Bu arada hoş bir magazin haberiyle uğraşıyoruz, İstanbul’dan 1000km ötede, biz bile. Sürgün Halife Abdülmecit’in torunu  Hanzade Sultan’la Mısır Prensi Mehmet Ali İbrahim’in kızı olarak dünyaya gelen bir Prenses Fazıla var gündemde. Öyle güzel öyle güzel bir kız ki değme artistlere taş çıkartır. Bir gözü mavi, bir gözü yeşil diyorlar. Bu Prenses Fazıla Irak Kralı 2. Faysal ile nişanlandı. Kral da pek yakışıklı. Evlenmelerine 2 hafta kala 14 Temmuz 1958‘te düzenlenen darbeyle Irak Kralı devrildi ve katledildi.

Biz prensese bir üzüldük sormayın da asıl üzülen Menderes olmuş, asker darbesinin kendine de olabileceğinden kuşkulanarak.

Korku sonun başlangıcı olur her zaman.  Korku şiddeti mayalalıyor, ülkedeki siyasal kamplaşma ve dolayısıyla da gerginlik geri dönülmez bir duruma geliyor. İncirlik Üssü’ne 10000’den fazla Amerikan askeri, nükleer silah iniyor.  CHP ve basın üzerindeki baskılar artıyor. DP  yumuşamıyor, halkın ona oy vermeyen yarısını dinlemiyor, üstüne üstlük  12 Ekim 1958’de Vatan Cephesi’ni  kuruyor. Radyoda saat 13’teki haber ajansının ardından Vatan Cephesi’ne katılanlar sayılıyor tek tek.  Katılmayanlar vatan haini!  1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkıyor. CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takıyor. (Bayılıyor bizim büyükler eski zaferlerimize; ya Büyük Taarruz ya da Çanakkale Destanı)

Sona giden yola girilmiş, dönüş yok ama hala ikisi de inatla insanlarıparçalamaya devam ediyor.  18 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonunun kuruluyor. Başta CHP olmak üzere Meclis içi ve dışı tüm muhalefeti hemen her türlü siyasi faaliyetten men etmeyi hedefliyor bu komisyon.

Diğer taraftan ekonomik kalkınmamız tehlike içinde. Borç almışız, fakat parayı yatırdığımız yerler borcumuzu geri ödememizi sağlar durumda değil.  1958’de büyük bir develüasyon: Dolar 2.80’den bir anda 9 TL. IMF’den biraz para girişi. Yetmiyor, ekonomik  darboğazı açmak için yeni krediler  gerekiyor, ilk sefer Amerika’ya yapılıyor. Amerika, Menderes’in yatırımlarından ve dış politikasından hoşnut değil- oysa bir zamanlar has adamıydı- kredi vermeye yanaşmıyor

Batı Almanya da o sırada ABD’nin yönetiminde, ondan  da eli boş dönüyorlar. Tek çare kaldı: Yıllarca bize en korkunç komünist düşman belletilen Moskova’ya /SSCB’ ye başvurmak. Amerika buna izin verir mi? Derler ki 27 Mayıs’ın ardında ABD’nin bu yüzden DP’yi cezalandırması yatar.

1960 Nisan ayındayız ve DP’nin sonu şöyle geliyor: Senenin başlarında basında sansür artmış, gazeteler sansür nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyor. 18 Nisan’da Tahkikat komisyonun kurulması üzerine 26 Nisan’da İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri, 28 Nisanda İÜ öğrencileri toplanıyor.  Güvenlik güçleri toplantıya müdahele ediyor.  Çatışmada Orman Fakültesinden Turan Emeksiz ölüyor,  çok sayıda öğrenci yaralanıyor. Öğrenciler, "Türk ordusu çok yaşa!"  sloganı atıyor ve Plevne Marşı’nın değiştirilmiş halini söylüyorlar: “Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı? “ Sıkıyönetim ilan ediliyor. Olaylar Ankara’ya  sıçrıyor. 21 Mayıs’ta Ankara’da Harp Okulu öğrencileri  yürüyor. İktidar hala anlamaıyor, karşı plan yapıyor: 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda kendi partili gençleriyle bir gösteri düzenlemeye karar veriyor.  (Size neyi hatırlatıyor bu olay?) Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oluyorlar ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir öğrenci kitlesine duyuruyorlarlar. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler  Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kalıyor. Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaşıyor.
Ankara'daki  5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş ve bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuş ve görevinden ayrılmış.

27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3:30'da tanklar hareket etti. Saat 4:36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile harekat bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi. "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır."

Ayfer Yılmaz

7 Temmuz 2013 Pazar

Başlarken...

Gezi Parkı olayları, Türkiye'de azımsanayamacak bir kesimin AKP ve Tayyip Erdoğan'ın giderek daha totaliter hale gelen çizgisinden rahatsız olduğunu gösterdi.

Gezi Parkı'nı desteklemek için elimden gelen işlerden biri AKP yandaşı forumlar ve facebook gruplarına dahil olup bu ortamları daha az küfürlü, daha çok düşünce barındıran yazılara sahip bir hale getirmeye çalışmaktı.

Bu çalışmada karşılaştığım temel kalıplardan biri "Menderes'i astınız." kalıbıydı. Oysa dedem benim koyu bir Menderesçi'ydi. Annemin Menderes'in asılmasını yaşamıştı ve Menderes hakkında negatif bir tek kelime de duymamıştım kendisinden.

Annemden Menderes'i, o zamanlarki Türkiye'yi ve dedemin neden Menderesçi olduğunu yazmasını istedim. Facebooktan paylaşacaktım. Gelen metinler facebookun biraz üzerine çıktı. Bir forum ihtiyacı oluşturdu.

Bu blogun ilk hedefi, okullarda hiç bir zaman öğretilmeyen yakın zaman Türk tarihi ve günümüz Türkiye'si arasında bağlantı kuran bu yazıları paylaşmak. Bir kişinin yazdığu yazılarla sınırlı kalmayacağını ve farklı bakış açıları ile zenginleşeceğini umuyorum.

Kozan Soykal